freesia psikoloji
freesia psikoloji
  • Ana Sayfa
  • Hakkımızda
  • Sizden Gelenler
  • Kitap Yorumu
    • A
    • B
      • B1
      • B2
      • B3
      • B4
      • B5
    • C
    • D
  • İletişim

Hepimiz hayatımızın belli döneminde rüya görmüşüzdür.  Bazı insanlar sürekli rüya gördüğünü söylerken bazıları hiç rüya görmediğinden bahseder. Bu farklılık insanların rüya görüp görmemesinden kaynaklanmıyor çünkü herkes rüya görür. Aradaki asıl fark, bazılarımızın hatırlıyor olması. 


Rüyalar hakkında günümüzde bile hala daha kesin ve kolay bilgiye ulaşmak zor.  Çünkü rüyalar altında çok gizli ve derin anlamlar taşımaktadırlar. Rüyaların bu gizemli havası geçmişten bugüne pek çok esere konu olurken besteci, ressam, şair ve daha pek çok sanatçının ilham kaynağı olmuştur. Örneğin; İspanyol ressam Salvador Dali, eserlerinde çoğu zaman rüyalarına yer verdiğini dile getirmiştir. 
(1)  

 












 

Dream caused by the flight of a bee around a pomegranate a second before awakening. (1)

(Uyanmadan Bir Saniye Önce Bir Arının Narın Etrafında Uçmasının Neden Olduğu Rüya.)  



Her Gece Gördüğümüz Bu Rüyalara Biraz Daha Derinden Bakalım


 

Bilinç, kişinin çevresinde olup bitene ve kendisine olan farkındalığıdır. Gün içerisinde dahi farklı bilinç durumlarında bulunabiliyoruz. Bu bilinç durumları bize bağlı ya da bağımsız oluşmaktadır. 

 

Bilincin aşamaları; kim olduğumuzu ve nerede olduğumuzu bildiğimiz bilinç düzeyi olan dikkatli uyanıklık, uyanık olduğumuz halde çevrede olan şeyler hakkında fazla bilgiye sahip olmadığımız (Sınıfta bedenen bulunsak da zihnen orada olmadığımız zamanlar.) gündüz düşü, neredeyse uyku halinde bulunduğumuz ama yine de çevreden bağımızı tam koparmadığımız uyuklama hali ve son olarak bilinçsizlik durumu olan uyku olmak üzere aşamalara ayrılmaktadır. Biz farklı bilinç durumlarına geçişi fark edemesek de beyin her şeyin farkındadır. Beyine bağlanan EEG makinesi ile bu geçişler hakkında bilgi sahibi olmak mümkün. Nasıl mı? 

 

Merkezi sinir sistemimizde ateşlenen sinir hücreleri vardır ve bunlar beyinde çeşitli dalgalara neden olur. İşte bilgiye bu dalgaları ölçen elektroensefalografi (EEG) makinesi ile ulaşılıyor. Farklı bilinç durumlarıyla ilişkili farklı beyin dalgaları ve bu dalgaları ayrıştıran farklı frekanslar vardır: Alfa, Beta, Delta, Teta.  

 

Beta (12-30 Hz), normal uyanıklık halidir ve çoğumuz gün içerisinde bu frekansta seyrederiz. Beyin uzun süre beta dalgasında kalırsa uyku, kaygı, stres bozuklukları çıkabilir. İşte bu yüzden uyku ihtiyacı duyarız. 

Alfa (8-13 Hz), uyanık dinlenme durumudur. 

Teta (3,5-8 Hz,), bu dalgalar derin düşüncelerde aktif olurlar. Çok yüksek ya da alçak olması çeşitli sorunlara neden olurken dengede olması yaratıcılığı arttırır. 

Delta (0,5-2 Hz), uykunun derin evresidir. 


Birinin Rüya Gördüğünü Nasıl Anlarız? Rüyalar Nasıl Anlamlandırılmalı? 


Rüyayı, uykunun en derin evresi olan REM uykusunda görürüz. İsmini, uykudayken hızla hareket eden göz kapaklarımız ardındaki gözlerden almaktadır. Birinin rüya gördüğünü, göz kapaklarının hızla hareket etmesinden anlayabiliriz. Beyin sapının pons adı verilen alanı vücudumuzun geri kalanının felç olmasına neden olur. Aksi halde olacakları az çok tahmin edebiliriz sanırım.  

 

Rüyaları genelde anlamlandırmak zordur çünkü çoğu zaman anlamsız ve gariptirler. Fakat bu garipliği neden rüyadayken değil de uyanınca anlarız? Çünkü beynimiz uykudayken mantıklı düşünme ve plan yapma gibi görevleri olan prefrontal korteksin faaliyetini azaltmaktadır. Bu da rüyaların anlamsızlığını kanıtlıyor. 

 



Rüyaların Anlamlandırılmasında Önemli Sayılabilecek 2 Yaklaşım Vardır 

Bunlardan birini hepimizin bildiği Sigmund Freud ortaya koymuştur. Freud’a göre rüyalar bilinçaltımızın istek, dürtü ve çatışmaların ürünüdür. Buz dağının görünen kısmı farkında olduklarımızken altta kalan ve farkında olmadıklarımız ise rüyalarda gördüklerimizdir.  

 

Bir diğer yaklaşım ise “aktivasyon-sentez teorisi”dir. Beyin sapında birçok elektrik sinyali bulunur ve bu sinyaller beynin ön lobunda anlamlanmaya çalışır.  




Bu gönderiyi Instagram'da gör

Free'sia Psikoloji (@freesiapsikoloji)'in paylaştığı bir gönderi





Çocuklarda Çalma Davranışının Nedenleri

  Çocuklarda çalma davranışında öncelikle çocuğun çalma davranışının gerçekleştiğindeki yaşına, çalma davranışının şiddetine, sıklığına bakılmalı ve ardından nedeni öğrenilmelidir. Çocuktaki çalma davranışına eşlik eden başka sorunlar var mı? Çalma davranışı ne zaman başladı? Ne kadar süre devam ettiği gibi yaklaşımlarda bulunup derin bir analiz yapılmalı. Örneğin; 7 yaş ve altındaki çocukta ortaya çıkan çalma davranışı daha çok mülkiyet duygusunun gelişmesi ile ilişkili olduğu için o şekilde incelenmesi gerekirken 7 yaş ve sonrasında çocuklardaki çalma davranışının daha çok psikososyal nedenlerine odaklanmak gerekir. 

  Çocuk eğer bir kereliğine çalma davranışında bulunduysa bunun anlık bir dürtü olduğu düşünülebilir ve çocuğa çalma davranışının yanlış olduğu söylenerek durum kontrol altına alınabilir fakat uzun süren bir çalma durumu varsa bunun nedenlerini başka yerlerde aramak gerekir.  

‘Çocuğun ihtiyacı ne?’ 

  İlk önce bu soruya cevap aranmalı ve çocuğu çalma davranışına itebilecek nedenler üzerinden gidilmeli. Sorunun ne olduğundan daha önemli bir şey varsa o da neden olduğudur. Nedeni bulunup ona göre müdahale edilmeli.  

  Nedenleri üzerinden gidecek olursak, çocuğa yeterli ilgi ve sevgi sağlanmıyor olabilir ya da model aldığı birileri olabilir. Bu nedenle çocukla baş başa görüşmek ya da gözlem yapmak çocuktaki çalma davranışının altında yatan nedenleri öğrenmekte oldukça önemlidir.  

  Hırsızlığın (çalma davranışının) iki önemli nedeni vardır: Kendisinde olmayan bir şeyi elde etme isteği ya da başkasını sahip olduğu bir şeylerden yoksun bırakma isteğidir. Bu ikisinin dışında çocuktaki çalma davranışının özünde anne-babasını aşağılama ve yaptığı davranışla onları kötü hissettirme veya cezalandırma dürtüsü olabilir. Bir başka olasılık ise arkadaşına olan kıskançlığı ya da öfkesi olabilir ve onu üzme isteğiyle çalma davranışında bulunabilir. Çocuğun çalma hakkında bir bilgisi olmayabilir ve aile çevresinin çocuğa mülkiyet kavramını, haklara saygı göstermesini yeteri kadar aşılamakta (yetersiz ebeveyn becerileri) eksikleri olabilir. 

Çocuklardaki Çalma Davranışında Çözüm Önerileri 

   Öncelikle ebeveynler, küçük yaşlarda başkalarına ait olan bir şeyi izinsiz almanın sık olduğunu bilmeli. Bu tür eylemleri hemen “çalma” anlamında kabul etmemek gerektiğini ve bu durumun çocuğun gelecekte suçlu olacağı anlamına gelmeyeceği bilinmeli. Eğer bir sorun varsa o da sadece çocuktaki çalma davranışı görmezden gelinirse o zaman kalıcı davranış problemlerinin ortaya çıkabileceği, durumun ve davranışın nedenlerinin bir uzmanla aşılması gerektiği de unutulmamalıdır. 

   Çocuk evde de çalma davranışında bulunuyorsa, kendine ait olmayan eşyaları aldığında kendisine bunları kime ait olduğunun hatırlatılması gerekir. Çocuk, kendine ait olmayan eşyaları ancak izin verildiği takdirde ödünç alabileceğini öğrenmelidir. Böylece çocuk, mülkiyet haklarına saygılı olmayı öğrenecektir. Bir başka önemli nokta ise anne-babanın rol model olması. Evde eşinin eşyası dahi olsa haber vererek almak çocukta daha başarılı sonuç almayı sağlayabilir. 

Çocuklardaki çalma davranışı Çocuklardaki çalma davranışının Çocuklardaki çalma davranışı Çocuklardaki çalma davranışının




ANNENİN ÇOCUĞUN HAYATINDAKİ, RUHSAL GELİŞİMİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ NEDİR?

   Herkes tarafından bilinir ki yeni doğan her bebek bakıma ve korunmaya ihtiyaç duyar. Bu nedenle bebeğin ilk bağlandığı kişi ona birincil olarak bakım veren annesidir. Anneyle kurulan  bağ çocuğun yaşama bağlanmasının ilk aşamasıdır. Yani anne, çocuğun yaşama tutunmasını sağlayandır. Araştırmalar anneye bağlılık ve çocukların hayat kalitesi arasında bir ilişki olduğunu belirtmişlerdir. Bu nedenle çocuk eğer anne ile sıcak, sevgi dolu ve güvenli bir bağlılık ilişkisi oluşturmuşsa bu onun ileride kendisini, dünyayı ve diğer insanları olumlu olarak algılamasını sağlayacaktır. Sonuçta sağlıklı bağlanma geliştirerek çevreyi keşfeden çocuk, annesini güvenli üs olarak kullanıp çevreyi keşfe çıkabilecektir. Çünkü çocuklar, bebeklikten itibaren dünyayı keşfederken geri dönebilecek güvenli bir limana ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle fiziksel ihtiyaçların karşılanmasının önemiyle birlikte çocuğun ruhsal gelişiminde de anne büyük oranda etkilidir. Ayrıca annelerin olumlu ve olumsuz davranışları, çocuk üzerinde yaşam boyu kalıcı izler bırakabildiğini düşünürsek annenin çocuğun yaşamındaki yerini, önemini anlamış oluruz.

   Ruhsal hayatın yapısını belirleyen en önemli etkenler, ilk çocuk günlerinde oluşmaktadır. Bununla birlikte çocukluk döneminde yaşanan pek çok deneyim ileri yaşlarda bireyin ruhsal, bedensel, sosyal ve bilişsel gelişimini etkiler. Bu nedenle, çocuğun ruh sağlığının ve gelişimin korunmasında, yaşam boyu ruhsal bozuklukların oluşmamasında ve ruhsal sorunlara bağlı oluşabilecek davranış ve uyum sorunlarının engellenmesi açısından da annenin çocuğun hayatındaki yeri ayrıca önemlidir. Çocukların yaşamında ve geleceklerinde özellikle ruhsal açıdan başarılı ve sağlıklı olabilmeleri için anneleriyle olan iletişimlerinin süreklilik içerisinde dengeli, sevgi dolu ve uyumlu devam etmesi gerekmektedir. Çünkü çocukların ruhsal gelişimini etkileyen, yakın çevredeki anneyle ilişkisinin sağlıklı bir ilişki ve doğru bakımının olup olması onların ruhsal gelişimini ve ruhsal sağlığına büyük etkisi bulunmaktadır. Örneğin çocuk annesiyle ilk 2 yaşta uzun süreli ayrılık yaşarsa çocukta ruhsal olarak problemler çıkabilir. Ayrıca anne yoksunluğu yaşayan çocukların yani çocuk yuvalarında büyüyen çocukların dikkatli bir şekilde ihtiyaçları karşılansa bile fiziksel ve duygusal dezavantajlı olması, annenin çocuğun hayatındaki yerinin önemini tekrar göz önüne sermektedir.

Mom and Daughter  Çocuğun ruhsal gelişimi esnasındaki gereksinimleri sevilme ve bağlanma ihtiyaçlarıdır. Bu ihtiyaçlar yani çocukların ruhsal gelişimi esnasında gereksinimleri, anne tarafından karşılanmaktadır. Çünkü anne çocuk için sevgi kaynağı olmakla birlikte güven ihtiyacını karşılayacak ve dünyayı ona tanıtacak en önemli kişidir. Anne sevgisini önemli kılan faktörler: sürekli olması, aynı kaynaktan olması, çocuk ihtiyaç duyduğunda ve karşılıklı ilişkiye dayalı olmasıdır. Bu faktörler sayesinde ruhsal gelişim için önemli olan noktalar karşılanarak, çocuklar mutlu ve sağlıklı olmakla birlikte doğru anne-çocuk ilişkiden sağlanan sevgiyle oluşan güven duygusu, çocuğun gelecekte kuracağı bireyler arası ilişkinin temelini oluşturur. Fakat çocuk annesi tarafından sevgi alamaz ise normal gelişime ulaşamayıp ruhsal açıdan da sorun yaşayarak, bu sorunlarını yetişkinlik dönemine aktarabilir veya yetişkinlikte ruhsal açıdan güven sorunu yaşayabilirler.  

   Bebeklerin annesi ile olan ilişkisi bireydeki kaygı seviyesinin belirleyicisi olur. Eğer çocuğun kaygı seviyesi yüksek olursa ileri hayatında bu kaygıyı azaltmaya, ilişkilerinde kendi güvenliğini ve özgüvenini sağlamaya yönelik davranışlarda bulunacaktır. Yani çocukluk döneminde bireyler annesinin onu istemediğini hissederler ve yeterli desteği, bakımı alamazsa ya da anne yoksunluğu yaşarlarsa, çocuklar dünyada annesinin yardımı olmadan yalnız başına olduğunu hisseder ve bu yalnızlığın giderilmesi için çıkış yolları ararlar. Bu çıkış yolları da olumsuz farklı sonuçlara neden olabilmektedir. Örneğin çocuk ilerleyen yaşamında sevgi ve güven ihtiyacını agresif, üstünlük kuran ve sömüren bir kişilikte tatmin edebilirler. Bu nedenle anne çocuğun tüm dünyasını şekillendirip, etkileyebilecek bir etkiye sahip olmasıyla birlikte onun ruhsal gelişimini ve sağlığını da belirleyen en önemli kişidir. Sonuç olarak annenin çocuğun hayatındaki yeri ve ona karşı olan tutum ve davranışları çocuğun şimdiki ve gelecekteki hayat kalitesini etkileyerek onun nasıl bir insan olacağının belirler.

Bize İnstagramdan Ulaşabilirsiniz?
@freesiapsikoloji



Beslenmemizi neler şekillendirir? 

‘’Beslenme ihtiyacının karşılanması, biyolojik gerekliliğinin yanı sıra psikolojik açıdan da önemlidir.’’ (İnalkaç ve Arslantaş 2018;27)1  
Bu iki temel üzerinden açıklayacak olursak alışagelmiş bir düzenin olması, geçmiş yaşantılar vb. şu anda sahip olduğu beslenme alışkanlıklarını büyük oranda etkiliyor. Hem kalıtımsal olarak hem de yaşantının şekillenmesi gibi etkenler beslenme alışkanlığının oluşumunda önemlidir. Aile ve çevredeki sağlıksız beslenme alışkanlığı, hareketsiz iş hayatı, beslenme için zaman yetersizliği vb. birçok etken sayılabilir. Yukarıdaki tanımda bahsedilen ve hayatımızın her alanında olduğu gibi beslenmeyi de etkileyen psikolojik etken ise oldukça önemli.   
Örneğin çocuklarda sağlıksız yiyeceklere yönelmenin etkili bir nedeni de annesinin sağlıklı yiyecekleri ona zorla yedirmesidir. Bu durum bireyde kendine yöneltme savunma mekanizması oluşturmuş olabilir. Çocuk annesini cezalandırma içgüdüsüyle sağlıklı yiyecek alışkanlığını edinmede yetersiz kalabilir. Bu durumun bilinçdışı olabilme durumu ise oldukça dikkat çekici. İşte bu yüzden beslenme ile psikolojinin bağları oldukça kuvvetlidir. 
Yemenin psikolojik boyutuna iyice bakarsak bireyler stresli, kaygılı ya da öfkeli vb. olduğu zamanlarda ya iştah kapanması olur ya da tam tersi iştah artması olur. Bu durum kişiye göre değişiklik göstermektedir. Stresli ve mutsuz olunan anlarda kendini yemeğe vermek kişide duygu durumu kontrol altına alma hazzı oluşturduğu için yemek yemek artık stresten kaçmak için bir yol olmaya başlar.

Stresli ya da mutsuz olduğumuz zamanlarda neden sağlıklı değil de sağlıksız yiyeceklere yöneliriz? 
Bu noktada sahip olunan açlığın çeşidi oldukça önemlidir. Normal açlığın doyumu sağlıklı besinlerle de sağlanırken duygusal açlığı olan bireyler daha çok enerji verecek karbonhidrat, şeker ve yağ içerikli besinlere yönelir. Böylelikle hızlıca endorfin ve serotonin hormon seviyesi yükselir. Bireyler bu tür besinleri tükettikçe mutlu olur ve kendini her mutsuz hissettiğinde o besinlere yönelip mutlu olmayı arzulayabilir. Böyle bir durumda bireyin beslenme alışkanlığı normalden daha sağlıksız hale gelir. Kişinin yaşanan olumsuz durumları baskılamak için aşırı yeme durumu ise, kişiyi sonu gelmez bir döngüye sokabilir. 

Bu problemler neden herkeste görülmez? 

‘’Yeme sadece biyolojik gelişim ve fizyolojik fonksiyonların gereksinimini sağlayan bir araç değil anne bebek ilişkisinden itibaren bütün sosyal ilişkilerin oluşumuyla ilgili haz ya da acı veren yaşantılarla ilişkili bir durumdur.’’ (Oktay, 2015:20)2  
Bireyin sorunlarla başa çıkma şekli bu noktada çok önemli. Benzer stres durumunda bulunan iki farklı insan, olaylara apayrı tepkiler verebilir. İşte bu noktada geçmiş yaşantılar devreye giriyor. Kişinin edindiği savunma mekanizmaları onun iradesini, yönelimini belirliyor. Sorunlarla baş etmede kaçınmacı davranan kişiler duygusal açlığa daha çabuk teslim oluyorlar.   
‘’Endler ve Parker (1994) üç farklı baş etme stratejisi olduğunu öne sürmektedir: problem odaklı, duygu odaklı ve kaçınma.’’3  
Bu baş etme yöntemlerinden yola çıkarsak; problem odaklıda problemi çözmeyi, duygu odaklıda stresin oluşturduğu duygularla baş etmeyi ve bizi ilgilendiren kısım olan kaçınmada ise stresle baş etmek yerine dikkatini başka yöne çekmeyi yorumlayabiliriz. Bu durumda kişi stres durumunda kaçınmacı davranırsa ilgisini onu mutlu eden yiyeceklere yönlendirebilir. Bireyin, onu mutlu eden yiyeceklere olan yönelimi de kişiden kişiye değişiklik gösterir. Bazı insanlar mutlu olduğunda yerken bazısı da mutsuz olduğu anlarda duygusal yeme yönelimi gösterebilir.  
“Yapılan bir çalışmada şişman bireylerde negatif duyguların zayıf bireylerde ise pozitif duyguların varlığında duygusal yemenin arttığı saptanmıştır.” (Serin ve Şanlıer, 2018:138)4  
Bir başka nedeni ise dürtüsellik olabilir. ‘’Dürtüsellik, temel anlamda kişinin davranışlarına limit koymasında problem yaşamasıdır. Plan ve program yapabilme, hoşuna giden bir durumda iken o durumu sonlandırmakta zorluk çekme, istekleri erteleyememe gibi durumlarla kendini göstermektedir.’’ (Karaman, 2018)5 Bu durumda kişinin yemek yerken ki durumundan bahsedebiliriz ve genel olarak kilolu ya da obez bireyler diğer bireylere göre daha dürtüsel davranırlar. Yemek yerken sadece aldıkları hazları düşünüp ardından doğacak sonuçları göz ardı ederler. 
‘’Dürtüsel kişiler, yeme davranışı üzerindeki kontrollerini sağlayamadıklarını bunun yanı sıra lezzetli ve yüksek enerjili besinlere karşı ilgilerinin daha fazla olduğunu belirtmişlerdir.’’ (Annagür, Orhan, Özer ve Tamam, 2012:49)6 Bu açıklama da dürtüsel olarak yeme davranışı gösteren kişilerin beslenme alışkanlıklarının neden sağlıksız olduğunu ve bu doğrultuda kilo alındığını destekliyor. 

1 İnalkaç, S ve Arslantaş, H. (2018). Duygusal Yeme. Arşiv Kaynak Tarama Dergisi, 27(1):70-82 
2 Oktay, C. (2015). Beden Kitle İndeksinin Yeme Bağımlılığı, Dürtüsellik, Depresyon ve Anksiyete İle İlişkisi. (Uzmanlık Tezi). Başkent Üniversitesi, Ankara. 
3 Endler, N. S., & Parker, J. D. A. (1994). Assessment of multidimensional coping: Task, emotion, and avoidance strategies. Psychological Assessment, 6, 50–60.  
4 Serin, Y. ve Şanlıer, N. (2018). Duygusal Yeme, Besin Alımını Etkileyen Faktörler ve Temel Hemşirelik Yaklaşımları. Psikiyatri Hemşirelik Dergisi.2018;9(2):135-146. 
5 Karaman, Ç. (2018, 3 Ekim). Erişim adresi:https://www.backup.com.tr/blog/4491/durtusellik-nedir/ 
6 Annagür BB, Orhan FÖ, Özer A, Tamam L. Obezitede Dürtüsellik Ve Emosyonel Faktörler: Bir Ön Çalışma. Nöropsikiyatri Arşivi 2012;49:14–9. 

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

Hakkımızda

"Düşmek de var, sonra kalkmak da, yorulmak da, ben artık yokum demek de. Hepsi dahil oyuna. Mızmızlanmak yok. Orman sonsuz. Ve hiçbir ağaç daha mükemmel değil diğerinden. Her şeyi kapsayan bir tamam duygusu. Bütün kusursuz. Bazı şeyler tuhaf. Bazı şeyler karın ağrısı. Yolda her şey kabul. Ne kazanmak var ne kaybetmek. Her şey olduğu kadar. Sen dahil. Ben dahil."

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir

freesiapsikoloji

psikoloji

melike nur kurt hesabım | zeynep aşut hesabım
hesabım