freesia psikoloji
freesia psikoloji
  • Ana Sayfa
  • Hakkımızda
  • Sizden Gelenler
  • Kitap Yorumu
    • A
    • B
      • B1
      • B2
      • B3
      • B4
      • B5
    • C
    • D
  • İletişim

Bazen yapılması gereken işleri o kadar çok erteleriz ki her biri üst üste yığılarak dağ haline gelir ve artık taşınması güç bir yük olur bizim için. Güç bela masa başına otursak bile ya nereden başlayacağımızı bilemeyiz ya da iş gözümüzde o kadar büyür ki oflayıp puflayarak masadan kalkarız. Tüm bu problemlerin bir şekilde üstesinden geldiğimizde ise belki de bölüm sonu canavarı denilebilecek bir sorun vardır: Odaklanma problemi.

Odaklanma diğer bir deyişle konsantrasyon, enerjinin belli bir iş üzerinde kesintiye uğramadan sürdürülebilmesidir. Zihinsel ve bedensel olarak kişinin yapılan işe yoğunlaşabilmesidir.

Peki odaklanma sorunu yaşadığını nasıl anlarsın?

  • Odaklanman gereken bir işi yaptığın sırada kendini başka şeyler düşünürken buluyor musun?
  • İş sırasında sık sık telefonunu kontrol ediyor musun?
  • Kendini odaklanma için zorladığında daralma, bunalma ve sıkılganlık gibi duygular hissediyor musun?
  • Bir işi bitirmeden diğer işe başladığın ve daha sonra hatırladığın oluyor mu?
  • Yaptığın bir işten, konuşulan bir konudan hemen sıkılıyor musun?
  • Düşünceleri toparlamada güçlük çekiyor musun?


Odaklanma sorununun pek çok nedeni olabilir?

Odaklanma sorunu pek çok nedenle birlikte oluşabilir. Bunlardan bazıları şu şekildedir:

- Dikkat Eksikliği ve Hiperaktife Bozukluğu (DEHB), Depresyon vb. diğer psikolojik bozukluklar.

- Yoğun olarak uzun süreli strese maruz kalmak.

- Fiziksel nedenler vs.

    Bu ve bu gibi nedenlere uzun zamandır aşinayız fakat yenileşen teknoloji ile birlikte yeni bir neden daha eklendi. Sosyal medya…


Sosyal medya odaklanma süremize neler yapıyor?

Sosyal medya hayatımıza bir anda girmesine karşın sanki çok çok uzun zamanlardan beri hayatımızın vazgeçilmez bir parçasıymış gibi hissediyoruz. Daha birkaç dakika önce kontrol etmemize rağmen telefonu elimize alır almaz yine Instagramda buluyoruz kendimizi. Zihnimiz o kadar çok otomatik hale geliyor ki bazen “Ben neden girdim ki bu uygulamaya daha az önce kapatmıştım?” Şeklinde bir soru bile soruyoruz kendimize. Çünkü sosyal medyanın bize sunduğu sonsuz verilerine bir an bile maruz kalmazsak bir şeyler kaçıyormuşuz gibi bir hisse kapılıyoruz. Fakat aynı zamanda bu sonsuz veri akışı karşısında yaşamak istediğimiz hayatlara şahit olmak ya da yakın çevremizin güzel olduğunu düşündüğümüz hayatlarına şahit olmak sürekli olarak kendimizi yetersiz hissetmemize neden oluyor.




Sosyal medyanın birçok yararı ve zararı mevcut fakat belki de önemli etkisi, odaklanma süresine olan olumsuz etkisidir.

Örneğin Instagram veya TikTok uygulamasını ele alalım. Sürekli olarak kısa videolar halindeki içeriklere maruz kalıyorsun. Bu kısa videoları beğenme ya da izleme süresine göre sözde senin için algoritmalar sevdiğin ve ekranda daha uzun süre kalmanı sağlayacak videoları karşına çıkarıyor. Bu kısa ve anlık maruz kaldığın içerikler sende sürekli bi serotonin (mutluluk hormonu) salgılamana neden oluyor. 

Böyle bakıldığında oldukça masumane ve bizim faydamıza gelişen bir durum gibi gözükse de artık biri konuşurken 1-2 dakika sonrasında dikkatimiz dağılıyor ya da canımız sıkıyor. Artık filmleri izlerken daha çabuk sıkıyor ya da filmi 2-3’e bölerek iki günde bitiriyoruz. YouTube videolarını atlatarak izliyor, ders videolarını ise hızlandırarak dinliyoruz. İşte bu nedenle uzun süreli sosyal medya kullanımı, günümüzde odaklanma konusunda oldukça zararlı etkileri olan bir durum.


Peki sosyal medyayı nasıl azaltabiliriz?

  • Hayatımıza bu kadar entegre olan uygulamaları birden silmek, kendimizi cezalandırmak olurken herkesin bildiği gibi her zaman yasaklar daha tatlı olacağı için aslında pek de etkili bir çözüm değil.  Fakat uygulamanın hayatına olan olumlu-olumsuz etkilerini gözden geçirerek bir karar vermek, bilinçsizce uygulamaları silmekten çok daha sağlıklı olacaktır. 
  • Uygulamaların kendi içerisindeki geçirilen süre uyarılarını kendine göre 3 saat, daha sonra 2 saat şeklinde azaltabilirsin.
  • Özellikle evde belirli yerlerde sosyal medya kullanımı kısıtlayabilirsin. Örneğin yatak odasında kullanmamak gibi.
  • Kendini uzun süreli içeriklere maruz bırakarak kısa süreli içeriklerin odaklanma sorununa olan olumsuz etkisini azaltabilirsin. 
  • Algoritmalar senin beğenilerine ve ekranda kalma sürene göre gelişiyor. Bu nedenle sana faydası olmayan içerikleri ‘İlgilenmiyorum.’ seçeneği ile saf dışı bırakabilirsin. Aynı şekilde senin için ya da işin/eğitimin için faydalı olan içerikleri de beğenerek kaydedebilirsin. Böylelikle uygulama seni değil sen uygulamayı yönetirsin. 




Daha iyi odaklanma için neler yapabilirsin?

  • Neden odaklanamadığını bulman gerekiyor. Yapman gereken sorumluluk sana ağır mı geliyor. Yoksa ilgi duymadığın için mi odağını toplayamıyorsun? Yaptığın iş sende hangi duygudurumlarını oluşturuyor? Tüm bunların zihninde dönüp durmasındansa yazıya dökmen çok daha yararlı olacaktır. Nedenini bulduktan sonra ilerlemek her zaman sonuca daha erken ulaşmanı sağlar. Sorunun kaynağına inmeden onunla savaşırsan muhtemelen kaybedersin. 
  • Birden fazla işi aynı anda bitirmeye çalışma, unutma sen robot değilsin. Bunun yerine kendine bir liste yap ve yapman gereken işi küçük adımlara böl. Böylelikle her tamamladığın adımda maddenin üstünü çizerek tıpkı her video kaydırmasındaki gibi serotonin seviyeni artırarak odağını sürdürmeni sağlayabilirsin. 
  • Odaklanma konusunda kendine fazla yüklenme. “10 dakika bile olsa odaklanamıyorum.” demek yerine “Bugün 5 dakika da olsa odaklanabildim. Yarın bunu 10 dakikaya çıkarmak için çabalayacağım. “ demek çok daha sağlıklı ve şefkatli bir yaklaşım olacaktır. 
  • Kendini ödüllendirmeyi unutma. Mutlaka belirli sürelerde sana iyi hissettirecek aktivitelerde bulun ya da atıştırmalık, kahve vb. yiyecek-içecekler tüket.


Zeynep AŞUT

Zeynep AŞUT

Psikolojik Danışman


Kişisel hesabım: @psk.dan.zeynepasut

İnstagram hesabımıza bir göz atmak istersen @freesiapsikoloji 




Evden çıktığını ve otobüse binmek üzere hızla durağa doğru yürüdüğünü düşünelim. Otobüs geldiğinde yerine oturup sevdiğin bir şarkıyı açtıktan sonra camdan dışarıyı seyretmeye başladın. Bir zaman sonra düşüncelerine o kadar daldın ki baktığın yerde olup biten ne varsa hiçbirini fark etmedin. Baktın ama o anda zihnin bedeninden ayrı bir şekilde kendi kendine düşünceler oluşturuyordu. Geçmişte yaptığın bir hata ya da geleceğin belirsizliğinin verdiği kaygılar... Bu düşünceler öylesine yoğunlaştı ki kulaklıktan gelen şarkının değiştiğini, inmen gereken durağı çoktan geçtiğini bile fark etmedin. Çünkü bedeninin yolculuk yaparken zihnin de kendi yolculuğuna çıkmıştı. Bu durum masum bir dikkat dağınıklığı olarak düşünülebilir tabii ama ya kaybın yalnızca durak kaçırmaktan ibaret değilse? 

Hadi bu olaya farklı bir pencereden bakalım. 

Evden çıkmak ve bir yere ulaşmak için otobüse binmeyi hayata geliş amacı olarak düşünelim. Camdan dışarıda gelişenler ve dinlediğimiz müzikler ise tanık olduğumuz hayatlar, yaşamımızda edindiğimiz deneyimler, hobilerimiz ve daha fazlası... Bazen zihnimiz geçmiş ya da gelecek ile o kadar meşgul oluyor ki yaşadığımız anları, edineceğimiz onca deneyimi gözden kaçırabiliyoruz. Sevdiklerin ile birlikte güzel vakit geçirirken geçmişte yaşadığın bir haksızlığı düşünerek kendinle savaştığında, gelecekte yapman gereken bir iş ya da girmen gereken bir sınav olduğunda o anda bir şey yapamasan da kaygılanarak ne bulunduğun anı yaşıyorsun ne de yapman gereken o iş için bir harekette bulunuyorsun. Tüm bunları düşünerek tıpkı inmen gereken durağı kaçırdığın gibi yaşadığın anı kaçırıyorsun, değişen şarkıyı fark etmediğin gibi değişen hayatını ve oluşan güzellikleri kaçırıyorsun. 

Tıpkı her gün okul / iş telaşından dolayı çiçek açan o ağacı fark edemediğin gibi.



Mindfulness, Türkiye'de kullanılan adı ile bilinçli farkındalık aslında günümüzde oldukça yaygın ve bilinen bir kavram oldu. Genel bir tanım yapacak olursak kişinin yaşadığı anı, bulunduğu çevrede olan biteni fark etmesidir. Fakat bu basit bir 'Şu an otobüs durağındayım, otobüs bekliyorum.' farkındalığından çok daha derin bir anlam ve duygu içeriyor. Kişinin bulunduğu anda bütün algılarını açarak zihnini dinlemesi ve oradan geçen düşünceleri fark etmesidir. Yaşanılan anda vücudunu dinlemesi, hissettiklerini anlamasıdır. Tüm bu gerçekleşenleri anlamakla beraber belki de en zor olanın yapmasıdır. Yaşadıklarını yargılamadan onlarla kalabilme.

Biraz kafa karıştırıcı olabilir. Belki yaşadıklarının, düşüncelerinin farkında olduğundan emin de olabilirsin. Bu ayrıma daha iyi varabilmek için biraz daha somut bir örnekle anlatmak istiyorum.

Yaşadıklarımızın ne kadar farkındayız?

En başta verdiğim örneğe bu sefer daha farkındalıklı bir sen ile geri dönecek olursak evden çıktıktan sonra otobüs durağına giden yolda yürüdüğünü hayal et. Belki de her gün önünden geçtiğin o pastaneden gelen tatlı kurabiye kokusunu aldın. Pastane dikkatini çekti ve içeriye bir göz attın. İçeriye girip kurabiye satın aldıktan sonra kapıdan çıkar çıkmaz derin nefes alış sesi duydun ve pastanenin önünde üstü başı un içinde, yorgun olan adamın fark ettin. Senin gülümseyerek 'Günaydın' demenin hemen ardından adamın da sana gülümsediğini gördün. İçindeki o huzurlu hissi fark ettin ve adamın yanından ayrıldıktan sonra bile yüzündeki gülümseme devam etti. Otobüs durağına geldiğinde beklerken az önce aldığın kurabiyeyi yemeye başladın. Kurabiyeyi yavaşça ve tadını çıkararak yerken bu zamana kadar nasıl da acele ve yalnızca açlığını doyurmak için yediğini fark ettin. Bu kısa hikayenin en baştaki versiyonu ile farkı neydi? Anda olmak... Etrafında olan bitenin, hissettiklerinin, düşüncelerinin farkında olmaz. Yargılamadan, onlarla çatışmadan yanında ve o anda oldun.

Peki nasıl anda olabiliriz?

Bir anda gelişen bir beceri değil maalesef fakat küçük küçük adımlarla geçmiş ya da gelecek, yaşadığın anın gerisine bırakılabilir. Yine az önceki örnekten ilerleyelim. Kurabiyeyi yemeden önce onu sanki ilk defa görüyormuş gibi düşün. elindeki ağırlığını hisset ve şekline iyice bak. Ardından kokla. Nasıl kokuyor? Bir ısırık al ve tadını fark et. (Tabii bu egzersizi otobüs durağında yapmak biraz garip gelebilir ama uygun bir anda yapabilirsin.) :)

Zeynep Aşut

Bu egzersiz sırasında önemli olan o anda kurabiye ve kurabiyenin hissettirdiklerinden başka bir şey düşünmemek. Odağın tamamen kurabiyede... Çok büyük olasılıkla dikkatin ya da düşüncelerin farklı noktalara kayacaktır. 

'Keşke bir tane daha alsaydım.' 

'Acaba kaç kalori?'

'Bu kurabiyeyi bir yerde daha yemiştim. Orada ... olmuştu.' gibi. 

Zihninde örneklerdeki gibi bir çok düşünce ve kaygı oluşacaktır. Bunlar sana tanıdık geldi mi? Mesela arkadaşların ile kahve içerken aklına okulda yaşadığın bir anın gelmesi, ders esnasında evde yaşadığın bir problemin aklına gelmesi, sevdiğin bir aktiviteyi yaparken içinde bir şeylerin eksik olduğunu ve bunun seni sürekli rahatsız etmesi gibi. İşte bahsettiğim egzersiz tam olarak anı yaşarken bedenen orada bulunmanın yanında zihnen de orada olmaya hizmet etmek için küçük bir alıştırma. 

'Tüm bu kaygılar yerli yerindeyken nasıl yok sayabilirim?'

Genelde kişi yaşanılan kaygıyı, stresi ya da kişiyi o andan koparacak şey her ne ise onu düşünmekten kendini alıkoyamaz. 

'Sınavım var ve bu beni kaygılandırıyor. Onu düşünmeden edemiyorum.'

'Yaptığım hata o kadar aptalcaydı ki kendime sürekli kızıyorum.'

'Bana yaptıklarını unutamıyorum.'

Örneklere sonsuz ek yapılmakla birlikte bu düşüncelerin genelde kişinin anda olamamasına neden olduğu söylenebilir. Asıl önemli olan düşüncenin andan kopmaya neden olduğunu fark etmek ve kendine şu soruları sormak.

'Şu anda sınavıma çalışabilir miyim?'

'Yaptığım hata şu andaki durumumu etkiliyor mu?' & 'Şu anda hatamı düzeltebilir miyim?

'Bana yaptıkları şu andaki durumumu etkiliyor mu?' & 'Şu anda bu durumu düzeltebilir miyim?

Zeynep Aşut

Şu anda. . .

Kendine bu soruları sorduğunda verdiğin cevaplar seni ana yönlendiriyorsa bir yerde durumu değiştirmenin o ana bağlı olmadığını ya da  bulunduğun anın buna uygun olmadığını fark ediyorsun. Değiştiremediklerimizi kabullenmek her zaman istediğimiz bir beceri olmakla birlikte oldukça zordur. Yaşadığımız anlarda da çoğu zaman bu yanılgıya düşeriz. Fakat hemen sonra kendimizi düşünceler arasında boğulurken ya da bir yere dalmışken buluruz. İşte burada önemli olan düşüncelerimizin bizi hayatımızda olan bitenden koparmasına engel olmak. Bulunduğumuz an bize verilen bir hediye ve bunu ne geçmişte yaşadıklarımızın ne de gelecekte yaşayacaklarımızın engel olmasına izin vermemek çok önemli. Aslında tam da burada bahsedilenleri özetleyen bir İngiliz atasözü bırakmak istiyorum buraya.


"Dün artık tarih oldu, yarın ise bir bilmece, bugün sana bir hediyedir bunun kıymetini bilmek gerekir."


Bu sefer her gün' önünden geçtiğin o ağacın çiçeklerini döküp meyve verdiğini görerek, pastaneden gelen o güzel kokuları fark ederek, kurabiyenin tam olarak tadını alıp keyfini çıkararak, pastanede çalışan o üstü başı unlu; yorgun adamın gününü bir 'Günaydın.' ile güzelleştirerek, kısaca yaşadığın anı fark ederek ve tadını çıkararak yaşarsın umarım. Tıpkı otobüsün camında görmeden sadece bakarak geçtiğin gibi hayatına bakarak ama görmeyerek son vermemelisin. Umarım son durağa gelmeden inmek istediğin duraklarda inerek, kötü ya da iyi bir sürü deneyime sahip olabilirsin. Çünkü bunu herkes gibi sen de hak ediyorsun.

Zeynep AŞUT

Zeynep AŞUT

Psikolojik Danışman






       


Kişisel hesabım: @psk.dan.zeynepasut

İnstagram hesabımıza bir göz atmak istersen @freesiapsikoloji

Toplumun gizli silahı olan yüceltme ve devirme (linçleme) gücüne psikoloji penceresinden baktığımızda derinlerde, kapalı kutularda saklanan bir duygu çıkıyor karşımıza: Değersizlik duygusu.

Değersizlik duygusu yaşayan bireyler bireysel ve çevresel olarak kendisini önemsiz hissetmektedir. Bu önemsizlik durumu bireyin bilinç dışında gerçekleşirken sosyal ortamlarda ya da bireyin kendi içinde bazı somut sorunlara neden olur. Pek çok duygu ve düşünce hatta davranış altında kişinin bilinç dışı sürecinde yaşadığı değersizlik duygusu yatabilir. Bu duyguya sahip bireylerin herkesi kendinden daha yukarıda gördüğünü düşünebilirsiniz fakat aslında tam olarak öyle değil. 

Değersizlik duygusu yaşayan birey için diğer insanlar kendinden üstün olduğu gibi aynı zamanda insanları kendinden aşağı da görebilir. Fakat değersizlik duygusu yaşan birey için onunla eşit biri yoktur. “Değersizlik dedik, kendini diğer insanlardan daha önemsiz görme dedik. Nereden çıktı bu aşağı görme?” diye düşünebilirsiniz. Şöyle açıklıyayım:

Değersizlik duygusuna sahip birey kendinden aşağı gördüğü insanları küçümser çünkü o insanlarda kendisinde beğenmediği yönlerini görür. Bunu tıpkı baktığında kötü yönlerini gördüğü kara bir ayna gibi düşünebilirsiniz. O insanları kendinden aşağı görür çünkü bilinç dışında var olan ve eksik olduğunu düşündüğü bir özelliğine sahiptirler. Bu durumun bilincinde olmadığı için o kişileri kendisinden daha değersiz görür. O kimseleri kendinden aşağı görmek onun için bir çeşit başa çıkma stratejisi gibi düşünebiliriz. 

Bir diğer yaklaşım ise değersizlik duygusuna sahip bireylerin kendinden üstün gördüğü insanları yüceltmesi. Aynı zamanda başlıkta bahsettiğim durumun ana konusu. Bu duyguya sahip bireyler diğer insanları yüceltir çünkü o insanlarda kendisinin ulaşmak istediği özelliğe, güce, görkeme… artık siz ne derseniz ona sahiptir. Bu yüceltme az önce bahsettiğim ayna etkisinin pozitif hali diyebiliriz.

“Kişi yarattığı tanrıyı yine kendisi yok eder.”

Sosyal medyada bir anda ünlü olup kısa sürede linçlenen kişileri düşünün…

Değersizlik duygusuna sahip bireyler insanları yüceltirken aynı zamanda bu insanlara karşı bilinçdışı da bir düşmanlık yaşarlar. Çünkü bu kimselerde sahip olmak istediği özellikleri gördükçe aslında bir yandan da ona kendi yetersizliğini hatırlatır ve huzursuz olurlar. Bilinç dışındaki bu bahsettiğim düşmanlık duyguları artıkça, yücelttikleri insanlara duydukları hayranlık da artar. Fakat bu yüceltilen kişinin bir hatası görüldüğünde, açığı fark edildiğinde bireyin bilinç dışında biriken düşmanca eğilimleri birden bilince ulaşır. Bu iki durum arasındaki ilişkinin değişkenliği sosyal medyadaki anlık yüceltme ve linçleme kültürünü bir noktada açıklıyor gibi.

Zeynep AŞUT

Zeynep AŞUT

Psikolojik Danışman

Bu arada Instagram hesabımıza bir göz atmak ister misin?


View this post on Instagram

Free'sia Psikoloji (@freesiapsikoloji)'in paylaştığı bir gönderi


Kaynak: Engin Geçtan - İnsan Olmak 


 Hayatımızın birçok noktasında bizi rahatsız eden, utanç duyduğumuz olaylar yaşarız. Hatta gecenin bir yarısı akla gelen ve uykuları kaçıran o utanç verici olay ya da kendimizi suçlu hissettiğimiz o durumlar... Suçluluk ve utanç; tıpkı sevinç, üzüntü gibi günlük hayatta yaşadığımız duygular. Fakat öfke, üzüntü, korku vb. duygular bizim temel duygularımızdır ve bu duygular hayatı deneyimlediğimiz ilk anlardan bu yana ortaya çıkan otomatik duygulardır. 

Utanç, suçluluk gibi duygular ise bizim ikincil duygularımızdır. Hayatımızda deneyimlerimize göre şekillenen ve bilişsel yapılar gerektiren duygularımızdır. Utanç ve suçluluk kişinin benliği ile de yakından ilişkilidir. Bu da temel duygulardan ayıran önemli bir özelliktir. Bir başka özellik ise sosyal yapıya duyarlı olmalarıdır. Utanç ve suçluluğu diğer duygulardan ayıran bu iki özelliği daha derinden inceleyelim.

Benlik ve Sosyal Yapı?

Benlik, kişinin kendisini kendisi yapan onun var olması için oluşan özelliklerin tümüdür. Kısaca kişiyi diğerlerinden ayıran özellikler bütünüdür. Peki suçluluk ve utancın benlik kavramı ile nasıl bir ilişkisi var? Bir olay yaşandığını düşünün. Bu sizin için utanç verici olmasa da çevrenizde aynı olayı yaşadığında utanabilecek bir sürü insan olabilir. Kişinin olayı algılayış biçimi, olaya yaklaşım biçimi kişiden kişiye değişkenlik gösterebildiği gibi toplumdan topluma da oldukça farklılaşmaktadır.

Kişinin toplumun oluşturduğu kalıplara uygun yaşama çabası, toplumca uygun bulunmayan davranışlar sonucu suçluluk ve utanç gibi bazı negatif duygular ortaya çıkmaktadır. Bu negatif duyguları yaşamak istemeyen bireyler de toplumun oluşturduğu bu standartları ve kurallara karşı gelmemeyi ve topluluğa uygun davranmaya çalışırlar. Oluşan bu negatif duygular temel duyguların (üzüntü, korku, sevinç vb.) aksine kültürden çok fazla etkilenmektedir. Örneğin mutluluk, üzüntü vb. duygular doğu-batı kültüründe hemen hemen aynıyken suçluluk ve utanç duyguları Doğu'da Batı'ya oranla çok daha farklı noktalarda ortaya çıkmaktadır. Doğu kültüründe aile içerisinde yapılan bir davranış utanç ya da suçluluk duyulması gereken bir durum olarak bilinse de bu Batı kültüründe çok da abartılacak bir durum olarak görülmeyebilir.

Utanç ve Suçluluğun Farkı?

   Utanç kişinin sahip olduğu değerlere, özelliklere uygun olmayan davranışlarda bulunması sonucu ortaya çıkmaktadır ve kişinin "Ben kötüyüm." demesidir. Suçluluk ise utanç gibi benliğe değil daha çok davranışa dağlanan bir durumdur. Sadece o anda yapılan yanlış davranış odağa alınarak "Ben kötü bir şey yaptım." denilmesidir. Utanç duygusundan kişi kendi içine kapanmakta ve saklanmaktadır. Suçluluk duygusunda ise kişi durumu düzeltme için bir çabaya girmektedir. Açıklamadan da anlaşıldığı gibi suçluluk duygusu utanç duygusundan çok daha yapıcı bir duygu çeşididir.

Söylemez, S., Koyuncu, M., & Amado, S. (2018). Utanç ve suçluluk duygularının bilişsel psikoloji kapsamında değerlendirilmesi. Psikoloji Çalışmaları, 38(2), 259-288.











Uzun zamandır okunmayı bekleyen bir kitaptı Nietzsche Ağladığında. Okulların açılmasıyla birlikte garip bir şekilde kitaplığıma veda ediyorum. Derslerde zorunlu tutulan kitaplar ya da okumam gereken makalelerin yoğunluğundan sanırım. Neyse... Genel olarak Nietzsche Ağladığında’yı sevdim. Konusu ağır gibi gözükse de 3-4 günde bitirilebilecek ve kesinlikle sıkmayacak bir kitap. En azından ben sıkılmadım. Karakterlerin gerçekte de varolması açıkçası benim kitaba olan ilgimi arttırdı. Kitabı okurken psikanalizin kurucularından olan Freud’un gençlik yıllarına şahit olunuyor hissi veriyor.

  Nietzsche Ağladığında kitabındaki karakterler gerçekte yaşamış kişiler olmasına karşın hayatlarının kitapta olduğu şekliyle kesiştiği söylenemez. Doktor Josef Breuer, bir fizyolog ve ayrıca kitapta bazı yerlerde değinilen psikanaliz’in kurucularından. Daha yeni yeni ortaya çıkan psikanaliz’in temelleri atılmaktadır. Tabii psikanaliz varsa Freud olmazsa olmaz. Sigmund Freud henüz genç ve gerçekte de olduğu gibi Breuer’in öğrencisi ve çalışma arkadaşıdır. Son olarak Nietzsche... Nietzsche yoğun bir yalnızlık içinde, belirli bir yeri yurdu olmadan yaşamaktadır. Yaşadığı migren ataklarından dolayı oldukça sıkıntı çekmektedir. Nietzche bu ağrıları kafasında oluşan kitapların doğum sancıları olduğunu söyleyerek acıyı kabul etse de bir şekilde Doktor Breuer ile yolları kesişir. Genel olarak Nietzsche Ağladığında çeşitli benzer noktalarda birbirleri ile bağı olan kişileri ele alarak oluşturulmuş bir düşünce kitabıdır.

   Salome karşısındaki kişiye istediğini yaptıracak bir cazibeye sahip, geleneklere oldukça karşı genç bir kadın. Bir gün doktor ile konuşması gerektiğini söyleyerek bir görüşme ayarlıyor. Görüşmede doktorun daha öncesinde Anna O. vakasında kullandığı tekniklerin, konuşma tedavisinin işe yarayacağını öne sürerek Nietzsche’yi de tedavi etmesini ister. Nietzsche’nin derin ümitsizliğe düştüğünü, yaşadığı bu sorunların ise bir yerde sorumlusunun kendisi olduğunu söyler. Kitap aslında tam olarak burada başlıyor. 

   Breuer, bir şekilde kendini bu tanımadığı adama yardım etmeye ikna eder ve Nietzche ile adeta satrançta olduğu gibi savunma ve atak yaparak bağ kurmaya çalışır. Fakat işler çok daha farklı bir boyut alır ve Josef Breuer bir anda kendini hasta rolünde Nietzche’yi de doktor rolünde görür. 

   İkilinin birbirlerinin sorunlarına yaklaşımları, kişinin kendine dahi söyleyemediği ya da bilincinde olmadığı bilinç dışı gücün etkisinin keşfedildiği bir süreç işlenmiş kitapta. Nietzsche’yi olaylara getirdiği felsefik yaklaşımlar, sanki Josef Breuer için değil de okuyucu için veriliyor gibi. Bir noktadan sonra kendinizi terapide hissedebilirsiniz. 

Kitapta altını çizdiğim birkaç cümleyi paylaşmak istiyorum.

“...eğer insan düşünceleri ve davranışları anlaşılmak isteniyorsa, önce geleneklerin, mitolojinin ve dini bir kenara koymasını zorunlu olduğunu anlatıyor. Ancak o zaman bütün önyargılardan arınarak insanoğlunu mercek altına koyabiliriz.”

“En ulu ağaç, en yükseklere uzanan ve köklerini en derinlere, hatta kötülüğün içine salan ağaçtır; ama o ne yukarı yükseliyor ne aşağıları zorluyor.”

“Hakikatin peşindeki insanlar iç huzurundan vazgeçip yaşamlarını bu sorgulamaya adamak zorundadır.”

“Belki de sevdiğiniz insanları düşünmektesiniz; ama daha derinlere inin... Sonunda, sevdiğinizin onlar olmadığını göreceksiniz. Siz, bu sevginin içinizde yarattığı duyguları seviyorsunuz. Siz arzuyu seviyorsunuz, arzu edilen şeyi değil...''”

“İnsan dostunu düşmanından daha zor affediyor.”

   Kitabı okurken aşağıda belirttiğim mitolojik alıntıyı çok düşündüm. Fakat hala umudun bir felaket mi yoksa bir hediye mi olduğu kararına varamadım. Sanırım bunun için yeterli deneyime sahip değilim. Bir gün karar verirsem mutlaka söylerim. :)

"Ümit mi? Ümit en son kötülüktür! ...Pandora'nın kutusu açılıp, Zeus'un içinde sakladığı bütün kötülükler dünyaya saçıldığı zaman, orada son bir kötülük kaldığından kimsenin haberi olmamıştı: Ümit. O zamandan beri, insanlar yanlışlıkla kutuyu ve içindeki ümidi iyi şans olarak yorumladı. Fakat Zeus'un arzusunun, insanların, kendilerini işkenceye teslim etmeleri olduğunu unuttuk. Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır."



Bu gönderiyi Instagram'da gör

Free'sia Psikoloji (@freesiapsikoloji)'in paylaştığı bir gönderi




Hayatımızın pek çok anında çeşitli duygular yaşarız. Bu duygular olumlu olduğu gibi olumsuz da olabilmektedir. Olumlu duyguları sorgulamazken olumsuz duyguları yaşamaktan kaçınırız ve nedenini sorgularız. İnsanlar genel olarak yaşamlarında olumsuz duygularını azaltmaya, olumlu duygularını ise artırmaya çalışır. Bu nedenle acıdan kaçarak yaşamlarında daha çok zevk aramaya yönelik davranışlarda bulunurlar. Fakat her yerde olduğu gibi burada da bir denge vardır. 

Duygusal uyarıcıya karşı verdiğimiz tepkiler aslında bizim kişiliğimizi de belirlemektedir. Çünkü farklılaşan amaçlar doğrultusunda aynı olaya farklı duygusal tepkiler verilebilmektedir. Kişinin kendisini rahatsız eden olumsuz duygudan kaçınması bir çeşit duygu düzenlemedir. Örneğin kişinin tedirgin olduğu ya da korktuğu bir ortamda yaşadığı korku duygusunu abartmasına bağlı olarak o ortamdan kaçınması.

Peki Nedir Bu Duygu Düzenleme?

“Duygu düzenleme, bireyin hedeflerini gerçekleştirebilmesi için duygusal tepkilerin izlenmesi, değerlendirilmesi ve değiştirilmesinden sorumlu içsel ve dışsal süreçleri ifade eder.” (Thompson, 1994). Duygular yanlış yoğunluk, süre sıklık ya da belirli bir durum için yanlış türde olduğunda zarar verici olabilmektedir. Bu nedenle insanların psikolojik sağlığının korunması için duygu düzenleme stratejileri yaşamlarında oldukça önemlidir. 

Duyguları düzenleyebilmek duyguların kişinin hayatına ve kişiye zarar verecek duruma gelmesi ile yakından ilişkilidir. Yapılan literatür taraması sonucunda duyguların kişinin hayatını iyi yönde etkilediği gibi kötü yönde de etkiyebilme potansiyelinin olduğu görülmüştür. Duyguların zarar verici, yıkıcı olmasını belirleyici sınırı kişinin yaşadığı duyguyu ne ölçüde yoğun yaşadığı ya da ne sıklıkta ortaya çıktığı ile ilişkilidir. Duyguların yoğunluğu ve sıklığı ile olumsuz etkilemesinde ise duygu düzenleme önemli görülmüştür. Örneğin kişi kendisini rahatsız eden olumsuz duygulardan uzaklaşırken duygu düzenleme yapmaktadır.

Stratejiler  

Uyuma yönelik duygu düzenleme, en basit ifadeyle olumsuz duyguların en aza indirilmesi olarak kullanılan stratejilerdendir. Ancak uyuma yönelik duygu düzenleme stratejisi, olumsuz duyguyu azaltmakla birlikte, ilgili bağlam çerçevesinde kişinin duygu düzenleme hedefleri, güvenlik, sosyal ilişkiler gibi hedeflerine uygun biçimde duygunun azalması ve artmasını içermektedir.   

Yeniden değerlendirme, durumun anlamı değiştirilmesi yoluyla duygusal tepkide değişim sağlanan stratejidir.

Dikkat dağıtma, duygusal yoğunluğun fazla olduğu zamanlarda dikkat dağıtma stratejisi kullanılmaktadır. Dikkat dağıtma duyguyu ortaya çıkaran durum ya da durumun öğelerinden dikkatin uzaklaştırılmasıdır.




Bastırma, bu stratejide duygunun ortaya çıkması ve ifadesinden kaçınma ve duyguyu yok sayma çabası söz konusudur. 

Öz duyarlık, depresyon ve olumsuz duygularla baş etme konusunda etkili stratejiler arasında görülmektedir. Bu stratejide bireyin kendine olan eleştirelliği azaltılarak öz duyarlığın artması sağlanmaktadır. Bu da duygu düzenlemede önemli bir strateji olduğu açısından vurgulanmıştır.

“Psikolojik Sağlık, yalnızca belli bir duygusal duruma bağlı kalmayıp mevcut durumun gerektirdiklerini göz önüne alarak uygun düzenleme stratejilerini kullanabilmeyle ilişkilidir.” Bu bağlamda duygu düzenleme stratejileri bazı durumlarda kullanışlı ve faydalıyken bazı durumlarda ise kişiye zarar verici olabilir. Farkındalık gibi duygu düzenlemeyi olumlu yönde etkileyen faktörlere sahip olursanız psikolojik sağlığınızı koruyabilmek kolaylaşır. 


 Free’sia Hesapları İçin...

İnstagram: @freesiapsikoloji

YouTube: Free’sia Psikoloji

 

 

Thompson, R.A. (1994) Emotion regulation: A theme in search of definition. In N. A. Fox (Ed.), The development of emotion regulation: Biological and behavioral considerations. Monographs of the Society for Research in Child Development, 59, 25-52.



Herkesin bildiği gibi insanlar aile yaşantılarında ya da kontrol edemedikleri başka sebeplere bağlı olarak devamlı strese ve başarısızlığa maruz kalınca çaresizliklerini kontrol edemez hale gelirler. Bu da hayatlarında bir döngü haline gelince yaşadıkları durumu değiştirmeye kalkmazlar. Çünkü durumu tamamen çözümsüz olarak algılar, başarının ve değişimin mümkün olamayacağını düşünürler. Böylelikle olumsuz düşüncelerle hareket ederler ve olumsuz deneyimlerinin fazla üzerinde dururlar. Bunların üzerine uzun uzun düşünüp zihinlerinde tekrar tekrar evirip çevirirler. Bu da bilişsel bozukluklara yol açıp kişiyi depresyona yönlendirebilir ya da yaşamının farklı alanlarında kişiyi işlevsizliğe sürükleyebilir.

Öğrenilmiş çaresizliğin yaşamımızdaki yansımaları da genellikle “Ne yaparsam yapayım başarılı olamayacağım.” “Ne yaparsam yapayım hiçbir şey fark etmiyor.”  vb. gibi cümlelerle kendini sıkça göstermektedir. 

Peki her insanın yaşayabileceği bu durumda neler yapabiliriz?

Öncelikle bu durumun sizi çok fazla etkilediğini ve hayatınızı işlevsizleştirdiğini düşünüyorsanız bir uzmandan yardım alabilirsiniz. Eğer bu durumun yüksek düzeyde hayatını etkilemediğini düşünüyorsanız kendi kendine yardım (self-help) teknikleriyle de bu durumun hayatınıza etki eden düzeyini değiştirebilirsiniz. Böylelikle bu kendine yardım yöntemiyle kendine rehberlik ederek ve kendine güvenini vurgulayarak olumlu ilerlemeler yaşayabilirsiniz. Bunlardan ayrı olarak da öneri vermek gerekirse, ilk olarak düşüncelerinin farkın varıp hayatında öğrenilmiş çaresizlikle hareket ettiğin zamanları düşünmelisin. Böylelikle hayatına ve düşüncelerine dair farkındalıkla hayatında istediğin değişimleri, başarıları beraberinde getirebilir. 

Değişim kendini tanımakla başlar. Böylelikle kendine ve yaşamına dair olan olumsuz düşünceleri değiştirebilirsin. Hayatında farkında olmadan yaşadığın çaresizliklerin gerçekçi olmayan yönünü görüp, kendine güvenerek aslında öyle olmadığının rahatça farkına varabilirsin.

Sayfamızın da mottosu olan Prof. Dr. Sinan Canan’ın da dediği gibi “Dur, Anla ve Yaşa”. 

Herhangi bir anda DUR! O ana bak, kendi bedenine yukarıdan baktığını hayal et ve konumunu gözden geçir. Ne yaptığını, ne hissettiğini ya da nedenlerini kafanda mantıklı bir yere oturt, ANLA! Bu fark ediş sana o kadar iyi gelecek ki. Zamanda savrulan düşüncelerini, belirsizlik içinde yüzen zihnini... Tüm bunların sonunda ise YAŞA! Bir tek saniyeni bile geri getiremeyecek olmanın bilinci ve farkındalığı ile doya doya yaşa. Çünkü herkes gibi sen de hayatın tadını çıkarmayı hak ediyorsun.

Kendine ve yaşamına dair biraz daha anlayışlı olup öz-şefkatini korursan bu sayede çaresizliğin getirdiği yaşantılarını değiştirmek her zaman senin elinde olur.

İnstagram hesabımıza göz atmak ister misin?

Bu gönderiyi Instagram'da gör

Free'sia Psikoloji (@freesiapsikoloji)'in paylaştığı bir gönderi




MARRİAGE STORY

FİLM ÖZETİ

   Marriage Story, evli bir çiftin New York ve Los Angeles’ ta geçen boşanma hikayesini konu alıyor. Tiyatro yönetmeni olan Charlie ile oyuncu eşi Nicole, dışardan iyi gibi görünen bir beraberliğin ardından boşanmaya karar verir. Boşanmaya karar veren çift, bu süreci kolayca sona erdirmeyi düşünseler de daha farklı durumlarla karşılaşmaktadırlar. Çünkü çocuklarının velayeti işin içine girince, süreç beklediklerinden daha karmaşık bir hal alır. Charlie ve Nicole bu sırada hayatlarına farklı şehirlerde yön vermeye çalışması, işlerin iyice kızışmasına neden olur. Charlie devam eden tiyatro projelerini sürdürmek ve kurulan düzenleri için New York’ta kalmak isterken Nicole, yeni projesi için Los Angeles'ta yaşamayı planlar. Ancak Nicole ve Charlie ortak bir noktaya bir türlü varamazlar. Uzun zaman boyunca içlerinde gömülü kalmış kızgınlıklar, giderek agresifleşen boşanma sürecinde ortaya çıkmaya başlar.

BAŞ ROL KARAKTERLERİ


Adam 


Nicole 

NİCOLE’NÜN ÖZGÜRLÜKTEN KAÇIK KURAMINA GÖRE ANALİZİ

   Erich Fromm’a göre evrimsel süreç içinde doğayla ve türdeşleriyle olan asal bağlarını yitiren insanoğlu, kazandığı akıl, iç görü ve imgelem gibi özellikler nedeniyle içinde yaşadığı dünyadan tamamen farklı bir varlık olarak kendine özgü sorunlarla karşı karşıyadır. Yani insanlar, önceden belirlenmiş içgüdüsel bir yolla davranmak yerine varoluşun nedeni ve evrendeki yerini belirlemek zorunda olarak, mutsuzluk ve sıkıntı denilen kendi türüne ait olan sorunlarla yüz yüze kalmaktadır. Buradan yola çıkarak Nicole’ün de çoğu insan gibi doğadan uzak evrimleşmiş olan yaşamı yani New York’taki yaşamındaki çevresiyle, ilişkilerinde yaşadığı sorunlar ve kendine özgü sorunlar yaşadığını görmekteyiz.

İNSANIN İHTİYAÇLARI

   Nicole fizyolojik ihtiyaçlarını yani açlık, cinsellik ve güvende olma gibi ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayabilmektedir. Ancak fiziksel ihtiyaçlarının yani içgüdüsel gereksinimlerin doyurulması her insan gibi Nicole için yeterli değildir. Çünkü Fromm’a göre insanlar yalnızca hayvansı ihtiyaçlarını karşılayarak varoluşsal ikilemlerini çözemezler. Hayvansı doğamız ve insani özelliklerimiz arasındaki çelişkiye Fromm ‘varoluşsal ikilemler’ olarak adlandırmaktadır.

   Fromm birçok insanın davranışı içgüdüsel ihtiyaçlar nedeniyle değil, varoluşsal ihtiyaçlar nedeniyle ortaya çıktığını belirtmiştir. Bu nedenle Nicole’ün davranışlarının hangi varoluşsal ihtiyaçlarla etkilendiğini incelemek gerekir.

VAROLUŞSAL İHTİYAÇLAR

İlişki:

  Doğadan ayrılarak kendisini doğa güçleri karşısında güçsüz hisseden insan, diğer insanlarla birlikteliğe yönelerek ilişkiler kurar. Nicole’ün de insana özgü olan ve insan kültürünün evrimleşmesi sonucu nedeniyle yaşamında görüldüğü gibi birçok ilişki içinde bulunmaktadır.

  Fromm’a göre insanlar kendi dışlarındaki dünyayla üç temel yolla ilişki kurmaktadır: teslim olma, güç ve sevgi. Nicole’ün ilişkilerinden yola çıkarak yorumlayacak olursak eşi Charlie ile olan ilişkisi genellikle kendisini ona teslim edip çoğu zaman boyun eğdiği bir ilişki yapısıdır. Yani Nicole’ün de ifade ettiği gibi kendisini eşine adamıştır. Ancak Nicole zamanla hayatın kendisini getirdiği yeri sorgulamaya başlayınca Charlie ile ilişkileri gerginleşmiştir. Kendini eşinin New York’taki hayatına adayan Nicole, biraz da oğlunun büyümesinin etkisiyle, kendine ait bir alan kalmadığını hissetmiştir. Fromm’a göre bu ilişki türü yani Nicole ve eşinin arasındaki ilişki, kişinin bütünlük yönündeki gelişimini ve psikolojik sağlığını olumsuz etkilemektedir. Sonuç olarak Nicole’ün de bu ilişki yapısında oldukça olumsuz bir şekilde etkilenip kendini mutsuz hissederek sıkıntılar yaşamaktadır.

  Fromm’a göre insanın varoluşsal bir gereksinimi olan ilişki ihtiyacı, ancak gerçek sevgi ya da olgunlaşmış sevginin gelişmesiyle doyurulabilir. Nicole zamanla evliliğinde yanlış bir ilişki yapısına sahip olarak varoluşsal ihtiyaçlardan olan ilişki ihtiyacını karşılamamaktadır. Çünkü eşinin onun istek ve beklentilerini önemsemediğini, kendi için yaşamadığını ve eşinin hayatını beslediğini düşünmektedir. Bu nedenle Fromm’un bahsettiği gerçek sevginin temel bileşenleri ilgi, sorumluluk, saygı ve bilgi bu ilişki yapısında eksik kalarak Nicole’ün olumsuz duygu durumlarına girmesine sebep olmaktadır.  Bu ilişki yapısında saygı bileşeni bulunmamaktadır. Çünkü saygı diğer bir anlamıyla bireyin diğer kişinin kendine özgü gelişimine duyulan ilgidir. Ancak eşi Nicole’ün kendine özgü gelişimine ilgi duymamaktadır.  Ayrıca bir diğer sevgi bileşenlerinden olan bilgi bireyin karşısındaki kişinin ihtiyaçlarını ve karşılanmaya istekli olmak ve onu olduğu gibi görmektir. Ancak Nicole ilişkisinde yaşadığı sorunları avukatına anlatırken eşinin ona bir kere dönüp, bugün ne yapmak istersin diye sorduğunda kendisine tuhaf geldiğini söylemektedir.

 Nicole’ün ilişki yapısında belirttiğim gibi Los Angeles’e gidip mesleğiyle ilgili yeni adımlar atma istemektedir ancak eşi bu durumu kayıtsız kalarak onun istek ve beklentilerini göz ardı etmektedir. Bu isteğe karşı Nicole eşi Charlie’nin ona kendine ait bir uğraşın olmasını isterim demesini beklediğini ancak eşinin kıskançlık duyarak, isteklerini alaya aldığından bahsetmektedir. Eğer böyle bir davranışta bulunmayıp ve kıskançlık duymasaydı belki de ilişkilerinin bitmeyeceğinden de bahsetmektedir. Sonuç olarak bu yanlış olan ilişki türü Nicole’ün eşiyle olan ilişkisini sonlandırmak istemesine yol açmıştır.

  Nicole ve eşi ilişkilerini sonlandırmak için arabulucuya gittikleri zaman, arabulucu onların birbirleri hakkında sevdiği yönlerini bir kağıda yazmalarını isteyerek bu sürecin daha sakin ilerlemesi hakkında bir yöntem izlemiştir. Eşi Charlie Nicole’ün, insanları gerçekten dinleyip ilgi ve güven verdiğini. Örnek bir insan olduğunu yazmıştır. Buradan yola çıkarsak Nicole’ün yakın çevresiyle ve diğer insanlara karşı ilişki ihtiyacını rahatlıkla karşılayıp yani onlarla Fromm’un da kuramında bahsettiği gibi gerçekten ilgilenip, verici olarak, onların gerçek istek ve duygularını doğru bir biçimde tarafsızca öğrenerek, tüm insanlığa karşı sorumluluk duygusunu geliştirerek olgunlaşmış sevgi seviyesine sahip olduğunu anlayabiliriz.

Köklülük:

  Varoluşsal ihtiyaçlardan biri de köklülük ihtiyacıdır. İnsanların evrim süreciyle birlikte doğadaki yerini yitirmiş olmasını insanlara izolasyon ve çaresizlik duygularını yaşatır. Nicole’ün eşiyle yaşadığı sorunlar ve boşanmak istemleriyle birlikte annesinin evine gitmesi, Fromm’a göre köklülük ihtiyacını karşılama nedenlerinden biri olabilir.

Aşmak:

  Diğer varlıklar için var olma rolü yeterlidir, ancak insan pasif ve kazara bir varoluşla yetinmez, edilgen ve savunmasız varlık rolünü aşmak ve çevresine anlamlı etkilerde bulunmak ister. Nicole evde baş başayken eşine tiyatroyla ilgi bazı önerilerde bulunduğunu ve söylediklerinin yönetmen olan eşi Charlie sanatı vasıtasıyla eşinin toplum önüne çıkardığı zaman kendisiyle gurur duyduğu anlar olduğundan bahsetmektedir. Ancak zamanla Nicole tiyatro kulübünde kendini yeterince gösteremediğini ve fikirlerini ifade edemediğini düşünmektedir bu nedenle kendini yeterli hissetmemektedir.

 Nicole potansiyelini Los Angeles’ta gösterip düşüncelerini ve fikirlerini hayata geçirebileceğine ve bir birey olarak kendini gerçekleştirebileceğini düşünmektedir. Bu nedenle arabulucudan vazgeçerek boşanma avukatı tutup evliliğindeki sorunları çözüp, oğlunun velayetini alarak engelleri kaldırıp, kendine yönelmek istiyor. Nicole’ün, Fromm’un kuramındaki varoluşsal ihtiyaçlardan olan aşmak ihtiyacını pozitif bir biçimde aşma çabası içinde bulunmaktadır.

Kimlik Duygusu:

  İnsanlar varoluşsal ihtiyaçlardan olan, kimlik duygusuna ya da ayrı bir bütünlük olarak kendisinin farkında olma kapasitesine ihtiyaç duyarlar. Ayrıca insanlar doğadan koptukları için kendilik kavramına, “ben benim” duygusuna gereksinim duyarlar. Nicole’ün boşanma avukatıyla konuşurken, kendisi olmadığını, kendisi için yaşamadığı ve eşinin hayatını beslediğini dile getirerek eşinin onu kendisinden ayrı bir şey olarak görmemesinden de yakınmaktadır. Bir de avukatıyla olan konuşmasında evlerini bile eşinin zevkine göre dizmelerinden bahseden Nicole, artık zevkinin bile ne olduğunu unuttuğunu düşünmektedir. Bu nedenle Nicole farklı bir birey olma arzusunu karşılayamamakla birlikte kendi hayal ve isteklerini karşılamayarak olması gereken bütünlüğünü sağlayamamıştır.

Fromm’a göre diğer varoluşsal ihtiyaçlar gibi kimlik ihtiyacı da kolay karşılanamaz. Çünkü yaşam tehlikelerle doludur ve bu tehlikelerle karşı birey, güçlü, koruyucu kimselerle sembiyotik bir ilişkiye girerek kendini güvende hissetmek isteyebilir. Bağımsız bir birey olma arzusu bu tehdit edici özgürlükten kaçma isteği ile çelişir. Nicole eşiyle sembiyotik ilişkiye girerek içgüdüsel olarak tehlikelerden uzaklaşarak güvende hissetmek istemiş olabilir. Ayrıca eşiyle aynı sektörde çalışıyor olması ve eşinin zeki ve yaratıcı olmasına kapılarak onunla kolaylıkla bağ kurmasına neden olup Nicole’ün kimliğinin bu sembiyotik ilişkiyle yani eşiyle aralarındaki bağlılığa dayanarak uzun süre sürdürmesine neden olmaktadır.

Nicole yaşadığı olumsuz duygu durumlarını göz ardı ederek, eş ve anne olmanın kendisine yetmesi için çabaladığını fakat yetmediğini dile getiriyor. Daha sonra Nicole’ün eşinin tarafından aldattığını öğrenmesi onu tetikleyerek kendisini eşine adayıp hayatını onun üzerinden yürüttüğünü farkına vararak boşanma kararı alıyor. Nicole boşanma kararın altında yatan neden bağımsız birey olma arzusu ve hem ilişki ihtiyacını hem de kimlik duygusu ihtiyacını karşılayamıyor olmasından kaynaklıdır.

Sonuç olarak Nicole evli kaldığı süreçte mesleki özgürlüğünün büyük ölçüde eşine dayanmaktadır. Ayrıca eşiyle olan ilişkisi bağımlılığı nedeniyle kimlik duygusu ihtiyacını karşılayamayarak bireyselliğini destekleyen sağlıklı davranışları yerine getiremiyor. Bu nedenlerden dolayı eşiyle boşanma sürecine girdikten daha sonra Nicole, Los Angeles’ dan gelen dizi teklifiyle birisinin sanki ona yaşam eli uzattığını düşünmektedir. Bu fırsatla hareket alanı bulabileceğini ayrıca en azından eşinden ayrı olarak iş alanında “kendisine ait bir şey” olduğunu düşünerek teklifi kabul edip davranışlarına şekil vermektedir.  Buradan yola çıkarak varoluşsal ihtiyaçlardan olan ‘kimlik duygusu’ ihtiyacının baskın gelerek Nicole’ün birey olma ihtiyacını bir şekilde karşılamak istediğini görmekteyiz.  

Oryantasyon Çerçeveleri:

Kurama göre varoluşsal ihtiyaçlardan olan insanın ‘evrendeki yerinin neresi olduğu’ ve ‘nasıl eylemde bulunması gerektiği’ sorularına bir yanıt teşkil edecek, yönelecek ve kendini adayacak bir çerçeveye duyduğu gereksinimdir. Doğadan ayrılan insan dünyadaki yolunu belirlemede bir yol haritasına, bir dayanak çerçevesine ihtiyaç duyar. Nicole de iki farklı çerçeve sahiptir. Birincisi evliyken oluşturduğu yol haritası daha sonraki ise boşanma kararından sonraki başlayan yol haritasıdır. Nicole evliliğinde kendini çocuğuna, eşine ve eşinin işine adayarak bir amaç edinmiştir. Ancak zamanla bu amacın kendisi için anlamlı ve yeterli olmadığını görerek Los Angeles’ da bambaşka hayat ve kendisine ait yeni bir amaç edinmek ister. Ailesinin yaşadığı Los Angeles’ta yaşamak ayrıca eşinin tiyatro oyunlarında rol almak yerine yönetmenlik yapmayı dile getirdiği en büyük amaçları arasındadır. Oryantasyon çerçeveleri sağlıklı ve sağlıksız olabilir. Nicole’ün yeni oryantasyon çerçevesi sağlıklı olarak yaşam severliği, üretkenliği içerir.

Heyecanlanma ve Uyarılma:

 Varoluşsal ihtiyaçlarda olan harekete geçirici uyaran alan Nicole, Los Angeles’ta oyunculuk ve yönetmenlik adına adımlar atarak kendini geliştirmeye çalışır. Bu uyarana sahip olan Nicole kendisinin belirli bir amaç için aktif bir biçimde uğraş vermesine yol açar. Bu uğraşlar sonucunda da Nicole Emily’e yönetmen olarak aday olmuştur.

KİŞİLİĞİN YAPISI-ÖZGÜRLÜKTEN KAÇIŞ

 Fromm’a göre insanlık tarih boyunca bağımsızlaştıkça, insanların kaygı ve izolasyon duyguları da artmıştır. Nicole ise ailesinden ayrılıp bağımsızlaştığı dönemlerde yeni bir ilişkiye adım atarak evlilik kurumuna adım atmıştır. Evliliği bittikten sonra da eşiyle kurduğu güven veren bağlar koparak, dış dünyayla bütünüyle yüz yüz gelmiştir. Fromm’a göre bu durumun olumsuz yönlerinden kurtulabilmek için iki yol vardır. Ya olumlu özgürlüğe doğru ilerlenecek ya da geri çekilerek özgürlüğünden vazgeçeceksin. Nicole ise bağımsızlığını ve bütünselliğini oluşturmak için insanlarla ve kendisiyle ilişkilerini doğru olan şekilde yeniden düzenleyerek bir bütün olmuştur.

Erich Fromm diğer bazı kuramlardaki savunma mekanizmaların yanı sıra insanların özgürlükten kaynaklanan güvensizlik ve kaygı duyguları ile baş etmekte kullandıkları üç temel mekanizma olduğunu ileri sürmüştür. Bunlar otoriteryanizm, yıkıcılık ve komformite mekanizmalarıdır.

Nicole’ün hayatında hem evliliği öncesi ve evlilik sonrası bağımsızlaşma sürecinde duyduğu kaygı ve güvensizlik için kullandığı kaçış mekanizmaları şunlardır;

  Otoriteryanizm, izolasyon ve yalnızlık duygusu ile baş etmenin bir yolu olarak, yoksun olduğu gücü elde etmek için bireysel bağımsızlığından vazgeçerek kendisi dışındaki bir kişi ya da bir şeyle kaynaşmasıdır. Nicole ise ailesinden bağımsızlaştığı ve oyuncu olduğu dönemlerde Charlie ile karşılaşıp bireysel bağımsızlığından vazgeçerek onun hayatına adapte olmuştur. Fromm bu sembiyotik duygusal bağlılığa boyun eğme (mazoşizm) ya da egemenlik çabası(sadizm) biçiminde iki farklı şekilde gerçekleşebildiğine değinmiştir. Nicole’ün eşiyle evli kaldığı süreçteki sembiyotik ilişkisinde boyun eğerek eşinin yönetmen olması nedeniyle de onun daha güçlü olduğunu düşünerek bağlılığını sürdürmüştür.

  Fromm’un kaçış mekanizmalarından olan otomaton konformite bireyin sosyal yönden kabul edilebilir rollere bürünmesidir. Kendi bireyselliğinden vazgeçerek, diğerleri gibi ve diğer insanların kendisinden olmasını istedikleri gibi bir kişi olarak birey, yalnızlık ve yalıtılmışlıktan kurtulmaya çalışır. Nicole’de de görüldüğü üzere birden fazla sosyal rol üstlendiği zamanlar bulunmakta bunlar bir eş olma anne olma gibi rollerdir. Ancak zamanla Nicole’ün de bahsettiği gibi eş ve anne olmak onu tatmin etmemektedir. Bu nedenle de oryantasyon çerçevesini tekrar düzenleyerek kendine yeniden yol çizmiştir. 

KİŞİLİĞİN GELİŞİMİ

   Fromm kişiliğin gelişiminin yetişkinlikte de sürdüğünü belirtmiştir. Yoğun ve güçlü dışsal etkenlerin yetişkinlikte de kişiliği etkileyebileceğini vurgulamıştır. Buradan yola çıkarak Nicole’ün eşinin onu aldatması ve kendisinin yaşadığı olumsuz duygu durumlarının farkına vararak, kendi ve kararlarıyla ilgili önemli değişikliklere sebep olmuştur. Artık Nicole’ün kişiliği başkalarına alan ve öncelik vermeden daha baskın ve kararlı bir yapıya bürünerek, isteklerini ve hayatını kendisine göre yönlendirmesine yol açmıştır.

KARAKTER TİPOLOJİSİ

  Fromm kişiliği “bireye özgü olan ve bireyi eşsiz kılan, doğuştan getirilmiş ve sonradan kazanılmış niteliklerin tamamı” olarak tanımlamaktadır. Karakteri ise kişinin kendini, insanlık ve doğayla ilişkilendirdiği, içgüdüsel olamayan çabalarından oluşan nispeten kalıcı bir sistem olarak tanımlamaktadır.

 Fromm’a göre karakter sadece bireyin etkili ve tutarlı davranmasını sağlamamakta aynı zamanda bireyin kendisini topluma uyarlamasının da temelini oluşturur. Nicole ise karakterleriyle topluma uyum sağlamaktadır.  Evliliğini sonlandırmış olsa da üretken bir kişiliğe sahip olarak hayatını sürdürmeye ve varoluşsal ihtiyaçlarını yerinde karşılamaya çalışmaktadır.

  Fromm çağdaş toplumlarda yer alan beş sosyal karakter tipi tanımlamıştır. Fromm bu sosyal karakter karakterlerini üretken ve üretken olmayan şekilde ikiye ayırmıştır.

  Sağlıklı kimseler işlerini yaratıcı bir biçimde ifade etmenin bir aracı olarak görürler. Nicole’ün de hem daha önce bulunduğu tiyatro grubunda hem de boşandıktan ve eşinin tiyatro grubundan ayrıldıktan sonra  farklı alanlarda yaratıcı bir şekilde başarılı olma şansı yakalamıştır. Sonucunda ise daha önce bahsettiğim gibi yönetmenlik dalında Emily’e aday gösterilmiştir. Ayrıca Fromm’a göre sağlıklı kimseler kendilerini ve diğerlerini oldukları gibi görüp kabul ederler.  Filmin sonunda Nicole de kendisini olduğu gibi görüp eski eşi Charlie’de olduğu gibi kabul ederek onu çocuğu için sağlıklı bir şekilde hayatının bir yerine konumlandırarak hayatını yeniden yapılandırıp, üretken bir şekilde yaşama devam etmektedir.

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

Hakkımızda

"Düşmek de var, sonra kalkmak da, yorulmak da, ben artık yokum demek de. Hepsi dahil oyuna. Mızmızlanmak yok. Orman sonsuz. Ve hiçbir ağaç daha mükemmel değil diğerinden. Her şeyi kapsayan bir tamam duygusu. Bütün kusursuz. Bazı şeyler tuhaf. Bazı şeyler karın ağrısı. Yolda her şey kabul. Ne kazanmak var ne kaybetmek. Her şey olduğu kadar. Sen dahil. Ben dahil."

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir

freesiapsikoloji

psikoloji

melike nur kurt hesabım | zeynep aşut hesabım
hesabım